0

KADIN EŞİN YÜKSEK MİKTARLI GELİRİ VE MAL VARLIĞI OLSA DAHİ UYGUN MİKTARDA TESPİT EDİLECEK TEDBİR NAFAKASINA HÜKMEDİLMESİ GEREKTİĞİ – Avukat Ali SAYIM / Akhisar Manisa

T.C YARGITAY
.Hukuk Genel Kurulu
Esas: 2017/ 2-2415
Karar: 2021 / 347
Karar Tarihi: 25.03.2021

ÖZET: Mahkemece yüksek miktarda geliri ve mal varlığı olduğu gerekçesiyle kadın eşin tedbir nafakası talebinin reddine karar verilmiş ise de; TMK’nın ilgili maddesinin evlilik birliğinin yüklediği hak ve yükümlüklere aykırı davranan eş hakkında hâkim müdahalesinin düzenlendiği özel bir hüküm olduğu, maddenin asıl amacının evlilik birliği devam eden eşler arasında birlikte yaşamaya ara verilmesi hâlinde haksız olan eşin haklı olan eşe karşı birlik yükümlülüklerini yerine getirmesinin sağlanmasını hedeflediği, açıklanan tüm bu sebeplerle tarafların ekonomik ve sosyal düzeylerinin, davanın kabulü noktasında değil ancak takdir edilecek nafakanın miktarında önem arz ettiği dikkate alınarak mahkemece kadın eş yararına uygun miktarda tedbir nafakasına hükmedilmesi gerekirken nafaka talebinin tümden reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir.


(4721 S. K. m. 169, 185, 197)

Dava ve Karar: 1. Taraflar arasındaki “bağımsız tedbir nafakası ve boşanma” davalarından dolayı yapılan yargılama sonunda, İstanbul 8. Aile Mahkemesince verilen tedbir nafakasının ortak çocuk yararına kabulüne davacı kadın yönünden reddine; boşanma davasının da reddine ilişkin karar, taraf vekillerinin temyizi üzerine Yargıtay 2. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.

2. Direnme kararı davacı-karşı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:

I. YARGILAMA SÜRECİ

Davacı-Karşı Davalı İstemi:

4. Davacı-karşı davalı vekili 04.07.2012 tarihli dava dilekçesinde; tarafların 10.12.2005 tarihinde evlendiklerini, 2009 doğumlu Kanat isimli bir çocuklarının dünyaya geldiğini, davalının doğumdan sonra birlik görevlerini yerine getirmediğini, evine ve çocuğuna bakmadığını, müvekkilinden uzaklaştığını, akşamları eve geç geldiğini, bazı akşamlar hiç gelmediğini, sadakat yükümlülüğüne aykırı davrandığını ileri sürerek müvekkili ve ortak çocuk yararına ayrı ayrı 4,000TL olmak üzere toplamda 8.000TL tedbir nafakası ödenmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı-Karşı Davacı İstemi:

5. Davalı-karşı davacı 30.07.2012 tarihli karşı dava dilekçesinde; tarafların 10.12.2005 tarihinde evlendiklerini, her iki tarafın da ikinci evlilikleri olduğunu ve önceki evliliklerinden birer tane çocuklarının bulunduğunu, kadın eşin müvekkiline ekonomik anlamda baskı yaptığını, ilk eşinden olan oğlunu eve kabul etmediğini, bu nedenle küçük çocuğun psikolojik yönden etkilendiğini, pedagog yardımı almak zorunda kaldıklarını, davacının sürekli huzursuzluk verici davranışlarına devam ettiğini, iki ayrı kuyumcu şirketinde ortaklığının bulunduğunu, ekonomik anlamda çok iyi durumdu olduğunu, sık sık yurt dışı seyahatine katıldığını, tüm bunlara rağmen ailenin geçimine katkıda bulunmadığını, kadın eşin gelir elde etmesi ve ayrıca sahip olduğu mal varlıkları gözetildiğinde nafaka talep edemeyeceğini belirterek asıl davanın reddine, karşı davanın kabulü ile tarafların boşanmalarına, müvekkili yararına 20,000TL manevi tazminat ödenmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Mahkeme Kararı:

6. İstanbul 8. Aile Mahkemesinin 26.12.2013 tarihli ve 2012/480 E., 2013/858 K. sayılı kararı ile; evlilik birliği içerisinde erkek eşin; eşi ve çocukları ile ilgilenmeyerek güven sarsıcı davranışlarıyla tam kusurlu olduğu, kadın eşe ise yüklenebilecek kusurlu bir davranışın bulunmadığı gerekçesiyle erkek eşin boşanma davasının reddine, kadın eş aleyhine açılan boşanma davasının niteliğinden kaynaklı 03.05.2013 tarihli celsede yararına hükmedilen aylık 500,00TL tedbir nafakasının karar tarihi itibari ile sona erdirilmesine, kadın eşin bağımsız tedbir nafakası davasına yönelik yapılan yargılamada ise; kadın eşin her ne kadar ayrı yaşamakta haklı olduğu ispatlanmış ise de sabit ve düzenli gelirinin olması gerekçesiyle davacı-karşı davalının kendi adına talep etmiş olduğu TMK’nın 197. maddesine dayalı bağımsız tedbir nafakası talebinin reddine, ortak çocuk yararına ise tahsilde tekerrür olmamak kaydıyla aylık 2.500,00TL tedbir nafakası ödenmesine karar verilmiştir.

Özel Daire Bozma Kararı:

7. Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 28.09.2015 tarihli ve 2015/2707 E., 2015/16596 K. sayılı kararı ile;

“…Hüküm davacı-karşı davalı tarafından, karşı davanın red gerekçesi, çocuk için hükmedilen nafakanın miktarı ve kendisinin nafaka talebinin reddi yönünden, davalı-karşı davacı tarafından ise, karşı boşanma davası, çocuk için hükmedilen nafakanın miktarı yönünden temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:

1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuna uygun sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir yanlışlık görülmemesine göre, davalı-karşı davacı(nın) tüm, davacı-karşı davalı(nın) ise, aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir.

2-Yapılan soruşturma ve toplanan delillerden, davacı-karşı davalı (kadın) ayrı yaşamakta haklı olduğu anlaşılmaktadır. Birlikte yaşamaya ara verilmesinin haklı sebebe dayandığı mahkemece de kabul edilmiş, ancak davacı-karşı davalı(nın) geliri mevcut olduğundan nafaka talebi reddedilmiştir. Kanun, birlikte yaşamaya ara verilmesinin haklı sebebe dayanması halinde, eşlerden birinin istemi üzerine, birinin diğerine yapacağı parasal katkıya ilişkin önlemlerin alınacağını öngörmektedir (TMK. m. 197/2). Bu hükümde, ayrı yaşamakta haklı olan eşin diğerinden parasal katkı isteyebilmesi için “gelirinin bulunmaması” unsuruna yer verilmemiştir. Dolayısıyla, davacı-karşı davalı(nın) gelirinin bulunması, Türk Medeni Kanununun 197’nci maddesine göre, lehine nafaka tayinine engel değildir. Bu eşin gelirinin bulunması, tayin olunacak nafakanın miktarını belirlemede nazara alınabilir. Davacı-karşı davalının ayrı yaşamakta haklı olduğu gerçekleştiğine göre, lehine uygun miktarda tedbir nafakası tayini gerekirken, isteğin reddi doğru bulunmamıştır,…” gerekçesiyle karar oy çokluğuyla bozulmuştur.

Direnme Kararı:

8. İstanbul 8. Aile Mahkemesinin 15.03.2016 tarihli ve 2015/882 E., 2016/178 K. sayılı kararı ile bozma öncesi kararda yer alan gerekçenin yanında; bağımsız tedbir nafakası ve karşı boşanma davasına yönelik yapılan yargılamalara ilişkin kadın eşin bağımsız tedbir nafakası davasına yönelik bozma kararı verilmiş ise dava dilekçesinin üç numaralı bendinde davacının çalışmaya başlayarak evin geçimine katkıda bulunduğu ve kişisel ihtiyaçlarını karşıladığının belirtildiği, iki adet kuyumculuk şirketinde hissesinin olduğu, çocuk yararına da tedbir nafakası aldığı gerekçesiyle yüksek miktarda geliri ve mal varlığı olan kadın eşin tedbir nafakası talebinin reddinin doğru olduğu belirtilerek direnme kararı verilmiştir.

Direnme Kararının Temyizi:

9. Direnme kararı yasal süresi içinde davacı-karşı davalı vekilince temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK

10. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davacı-karşı davalı kadın eşin ayrı yaşamada haklı olduğunu ispat etmesi karşısında, tarafların ekonomik ve sosyal durumları gözetilmeksizin, Türk Medeni Kanunu’nun 197. maddesi uyarınca açmış olduğu bağımsız tedbir nafakası davasında yararına uygun miktarda tedbir nafakasına hükmedilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.

III. GEREKÇE

11. Uyuşmazlığın çözümü bakımından ilgili yasal düzenleme ve kavramların açıklanmasında yarar görülmektedir.

12. Evlilik birliği hak ve yükümlülükler temeline dayalı olan bir hayat ortaklığı şeklinde tarif edilmekte olup, eşler evlilik birliği süresince eşit haklara sahip bulunurlar. Bunun doğal sonucu olarak eşlerden biri için hak olan diğer eş için yükümlülük oluşturur. Birliğin devamı süresince eşlerin birbirlerine karşı olan hak ve yükümlülükleri diğer bir ifadeyle evliliğin temel normu 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 185. maddesi ile düzenleme altına alınmıştır. İşte evliliğin genel hükümleri kapsamında eşlerin kendi arasındaki ilişkilerden doğan hakların ihlali aynı zamanda boşanma davasının konusunu oluşturur. TMK ile düzenleme altına alınan hükümler uyarınca eşler evlilik birliğinin kurulması ile birbirlerine karşı; birlikte yaşama, oturacakları konutu seçme, birliği yönetme, kadının önceki soyadını kullanma, birliği temsil ve son olarak meslek veya iş seçimi konularında hak ve yükümlülüklere sahip olurlar ve sahip oldukları bu hak ve yükümlülükleri birliğin sona erme anına kadar devam eder.

13. TMK’nın 185. maddesine göre “Evlenmeyle eşler arasında evlilik birliği kurulmuş olur. Eşler, bu birliğin mutluluğunu elbirliğiyle sağlamak ve çocukların bakımına, eğitim ve gözetimine beraberce özen göstermekle yükümlüdürler. Eşler birlikte yaşamak, birbirine sadık kalmak ve yardımcı olmak zorundadırlar”, 186. maddesine göre de “Eşler oturacakları konutu birlikte seçerler. Birliği eşler beraberce yönetirler. Eşler birliğin giderlerine güçleri oranında emek ve malvarlıkları ile katılırlar”.

14. Eşler; varsa çocukları ile birlikte ortak konut kavramı ile açıklanan ve barınma amacı ile kullanmakta oldukları konut veya konutlarda birlikte yaşamak, birbirlerine sadık kalmak, yardımcı olmak ve birliğin giderlerine güçleri oranında katılmak zorundadırlar. Bu yükümlülüklerini haklı bir sebep olmaksızın yerine getirmekten kaçınan eşin hâkim müdahalesi ile yasal yaptırıma maruz kalacağı tartışmasızdır.

15. Bahsedilen yaptırımlardan biri de TMK’nın “Birlikte yaşamaya ara verilmesi” başlıklı 197. maddesinde düzenleme altına alınmış, maddede;

“Eşlerden biri, ortak hayat sebebiyle kişiliği, ekonomik güvenliği veya ailenin huzuru ciddi biçimde tehlikeye düştüğü sürece ayrı yaşama hakkına sahiptir.

Birlikte yaşamaya ara verilmesi haklı bir sebebe dayanıyorsa hâkim, eşlerden birinin istemi üzerine birinin diğerine yapacağı parasal katkıya, konut ve ev eşyasından yararlanmaya ve eşlerin mallarının yönetimine ilişkin önlemleri alır.

Eşlerden biri, haklı bir sebep olmaksızın diğerinin birlikte yaşamaktan kaçınması veya ortak hayatın başka bir sebeple olanaksız hale gelmesi üzerine de yukarıdaki istemlerde bulunabilir.

Eşlerin ergin olmayan çocukları varsa hâkim, ana ve baba ile çocuklar arasındaki ilişkileri düzenleyen hükümlere göre gereken önlemleri alır” hükmü öngörülmüştür.

16. Evlilik birliği kurulduktan sonra, birlik ilkesinin doğal sonucu olarak eşler karşılıklı anlayış, saygı, sevgi ve hoşgörü içinde birlikte yaşamak zorunda iseler de, anılan maddede bunun her zaman mümkün olmadığı gözetilerek ailenin korunmasına ilişkin önlemler düzenlenmiştir.

17. Tedbir nafakası 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu hükümlerine göre eşe iki şekilde verilmektedir. Bunlardan ilki birlikte yaşamaya ara verilmesi sebebiyle eşe verilen bağımsız tedbir nafakası (TMK m. 197) iken diğeri boşanma veya ayrılık davası açılınca davanın devamı süresince geçici önlem olarak eşe verilen geçici tedbir (TMK m. 169) nafakasıdır.

18. Birlikte yaşamaya ara verilmesi haklı bir sebebe dayanıyorsa, eşlerden birinin haklı bir sebep olmaksızın birlikte yaşamaktan kaçınması veya ortak hayatın başka bir sebeple olanaksız hâle gelmesi üzerine hâkim; eşlerden birinin istemiyle, diğer eşe bir miktar parasal katkı yapmasına karar verir. Uygulamada TMK’nın 197. hükmüne göre gerek eş ve gerekse ergin olmayan çocuklar için hâkim tarafından belirlenen bu parasal katkıya bağımsız tedbir nafakası denilmektedir. Diğer bir deyişle; birlikte yaşamaya ortak olmayan iradeyle ara verilmesi hâlinde, gerçekleşecek istem üzerine, hâkim tarafından yapılacak olan özel müdahalenin bir şekli düzenleme konusu yapılmıştır.

19. Öte yandan, eşin ayrı yaşamı için bağımsız tedbir nafakası ayrı yaşamada haklılık varsa verilebilir. Bağımsız tedbir nafakası davasında kural olarak tarafların kusur durumu ölçü olarak alınamaz. Tedbir nafakası istenen eş kusursuz olsa bile, diğer koşullar gerçekleşmişse tedbir nafakası verilebilir. Başka bir anlatımla bağımsız tedbir nafakası davasında dikkate alınacak ölçü; tarafların kusur durumları değil, nafakayı talep eden eşin ayrı yaşamada haklı olup olmadığıdır.

20. Tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde somut olayda; tarafların 10.12.2005 tarihinde evlendikleri, bu evlilikten bir çocuklarının bulunduğu, taraflar arasındaki fiilî ayrılığın erkek eşin ortak konutu terk etmesi nedeniyle başladığı, kadın eşin bunun üzerine 04.07.2012 tarihinde eldeki bağımsız tedbir nafakası davasını açtığı, erkeğin ise asıl davaya karşı 30.07.2012 tarihinde boşanma talepli karşı dava açtığı, yerel mahkemece belirlenen ve Özel Dairenin onama kararıyla kesinleşen kusur durumuna göre erkek eşin eşi ve çocuklarıyla ilgilenmediği ayrıca güven sarsıcı davranışları nedeniyle tam kusurlu olduğu, bu nedenle açmış bulunduğu karşı boşanma davasının reddedildiği, tarafların hukuken hâlen evli oldukları anlaşılmaktadır. Buna göre; erkek eşin haklı bir sebebi olmaksızın, ortak konuttan ayrılarak, eşlerin varsa çocukları ile birlikte yaşamak, birbirlerine sadık kalmak, yardımcı olmak ve birliğin giderlerine güçleri oranında katılmak şeklinde düzenleme altına alınan yasal yükümlülüklerine aykırı davrandığı görülmektedir. Haklı bir sebep olmaksızın eşlerden birinin tek taraflı iradesi ile birlikte yaşamaya ara vermesi evliliğin genel hükümleri ile düzenleme altına alınan ve eşlerin birbirlerine karşı evlilik birliğinin kurulması ile üstlendikleri hak ve yükümlülükleri ortadan kaldırmaz. Dosya kapsamı bir bütün olarak değerlendirildiğinde haklı bir sebep olmaksızın birlikte yaşamaktan kaçınan erkek eş karşısında, ayrı yaşamak zorunda kalan kadının, TMK’nın 197. maddesine göre eşine karşı birliğe parasal katkı isteme hakkı olduğu gözetilmeksizin bağımsız tedbir nafakası talebinin reddine karar verilmesi bozmayı gerektirmiştir.

21. Her ne kadar mahkemece yüksek miktarda geliri ve mal varlığı olduğu gerekçesiyle kadın eşin tedbir nafakası talebinin reddine karar verilmiş ise de; TMK’nın 197. maddesinin evlilik birliğinin yüklediği hak ve yükümlüklere aykırı davranan eş hakkında hâkim müdahalesinin düzenlendiği özel bir hüküm olduğu, maddenin asıl amacının evlilik birliği devam eden eşler arasında birlikte yaşamaya ara verilmesi hâlinde haksız olan eşin haklı olan eşe karşı birlik yükümlülüklerini yerine getirmesinin sağlanmasını hedeflediği, açıklanan tüm bu sebeplerle tarafların ekonomik ve sosyal düzeylerinin, davanın kabulü noktasında değil ancak takdir edilecek nafakanın miktarında önem arz ettiği dikkate alınarak mahkemece kadın eş yararına uygun miktarda tedbir nafakasına hükmedilmesi gerekirken nafaka talebinin tümden reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir.

22. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında mahkemece verilen direnme kararının onanması gerektiği, direnme gerekçesinin isabetli olduğu görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş Kurul çoğunluğunca yukarıda belirtilen nedenlerle benimsenmemiştir.

23. O hâlde, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

24. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

IV. SONUÇ:

Açıklanan nedenlerle;

Davacı-karşı davalı vekilinin temyiz itirazının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA,

İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,

Aynı Kanun’un 440. maddesi uyarınca kararın tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 25.03.2021 tarihinde oyçokluğu ile karar verildi. (¤¤)

Akhisar Avukat, Akhisar Boşanma Avukatı, Kadının Nafaka hakkı, Erkeğin Nafaka Hakkı, En iyi Boşanma Avukatı, Boşanma Davası Avukatı Akhisar Manisa

0

Düğünde Takılan Takılar/ Altınlar Kime Aittir? -Avukat Ali SAYIM Akhisar/Manisa

Yargıtay HGK
2017/1038 E.
2021/458 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ:Aile Mahkemesi

  1. Taraflar arasındaki “ziynet eşyasının aynen iadesi, olmadığı takdirde bedelinin tahsili” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, … 12. Aile Mahkemesince verilen davanın kısmen kabulüne ilişkin karar davacı ve davalı vekilleri tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 3. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
  2. Direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
  3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:

I. YARGILAMA SÜRECİ

Davacı İstemi:

  1. Davacı vekili boşanma talebini de içeren daha sonra ziynet talepleri yönünden tefrik edilen dava dilekçesinde; taraflara düğünde takılan 200 adet çeyrek altın, 6 adet tam altın, 3 adet yarım altın, 19 adet 20’şer gram 22 ayar altın bilezik ile 1 adet 14 ayar 13 gram altın bilezikten oluşan ziynet eşyasının öncelikle aynen iadesine, mümkün olmaması hâlinde ödeme günündeki değerlerinin davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı Cevabı:

  1. Davalı vekili; talep edilen miktarda ziynet eşyasının bulunmadığını, toplamda 150 civarı küçük altın ve muhtelif ölçülerde bilezik takıldığını ancak örf ve adetlere göre düğünde takılan tüm takıların erkek tarafına ait olduğunu savunarak davanın reddine karar verilmesini istemiştir.

Mahkeme Kararı:

  1. … 12. Aile Mahkemesinin 10.11.2014 tarihli ve 2013/241 E., 2014/732 K. sayılı kararı ile; davaya konu ziynetlerin davalı yan uhdesinde kaldığının kabulü ile birlikte düğünlerdeki takıların kime takıldıysa ona ait olacağına ilişkin geleneklerinden bahseden davalı tanığının beyanı ve taraflara takılan takıları gösterir bilirkişi raporu benimsenerek sadece kadına ait olduğu anlaşılamayan davalıya takılan takıların onun kişisel malı sayılacağı gerekçesiyle, ispatlandığı kanaatine varılan 31 çeyrek altın, 22 ayar 11 adet bilezik, 22 ayar 1 adet bilezik, 1 adet 14 ayar fantezi bilezik yönünden davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.

Özel Daire Bozma Kararı:

  1. Yerel Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı ve davalı vekilleri tarafından temyiz isteminde bulunulmuştur.
  2. Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin 27.01.2016 tarihli ve 2015/2539 E., 2016/842 K. sayılı kararı ile; “.Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre, davalı vekilinin tüm temyiz itirazları yerinde değildir. Davacı vekilinin temyiz itirazları yönünden yapılan incelemede ise; Dava; düğünde takılan ziynet eşyalarının aynen iadesi; bunun mümkün olmaması halinde değerinin nakden tahsili istemine ilişkindir. Kural olarak, düğün sırasında takılan ziynet eşyaları, kim tarafından, kime takılırsa takılsın, kadına 19/11/2021 12:10 Yargıtay Bilgi İşlem Merkezi Müdürlüğü Tarafından Oluşturulmuştur. Sayfa 1 YARGITAY BAŞKANLIĞI bağışlanmış sayılır ve artık kadının kişisel malı sayılır. Türk Medeni Kanunu’nun 6.maddesi hükmü uyarınca; Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatlamakla yükümlüdür. Gerek doktrinde, gerek Yargıtay içtihatlarında kabul edildiği üzere ispat yükü, hayatın olağan akışına aykırı durumu iddia eden ya da savunmada bulunan kimseye düşer. Somut olayda; tarafların düğünlerinde, davalıya takılan 1 adet 22 ayar 13 gr bilezik, 3 adet yarım altın, 2 adet tam altın, 80 adet çeyrek altının, davalıya ait olduğu kabul edilerek, sadece, düğünde kadına takılan altınların bir kısmı yönünden kabul kararı verildiği; talep olunan 5 adet altın bileziğin ise, davalı tanığı anne …’ nin(bilezikleri düğünlerde davacının kolunda gördüm) beyanına göre davacıya iade edildiği kabul edilerek, bu talep yönünden ise ispatlanamayan davanın reddine karar verildiği anlaşılmaktadır. Oysa, davalı tanığı annenin beyanı; dava konusu 5 adet burma bileziğin davalı tarafından davacıya iade edildiğinin ispatına yeterli değildir. Mahkemece yapılacak iş; düğünde taraflara takılıp da davacıya iade edildiği ispatlanamayan, davalıya da takılan altınlar ve 5 adet burma bilezik de dahil altınlar hakkında davanın kabulüne karar vermekten ibarettir. Yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı şekilde hüküm tesisi doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.” gerekçesiyle karar bozulmuştur.

Direnme Kararı:

  1. Mahkemenin 30.05.2016 tarihli ve 2016/234 E., 2016/388 K. sayılı kararı ile; takıların davalı elinde kaldığı kabul edilerek tekrar davacıya iade edildiğinin ispat yükünün davalıda olduğundan bahisle kısmen kabul kararı verildiği, bu karar verilirken davalıya takılan takıların davalıya, davacıya takılan takıların ise davacıya ait kişisel mal olduğunun kabul edildiği, sadece davalıya takılan 13 gram 22 ayar 1 adet bilezik yönünden bu takının kullanılış amacı ve niteliğine göre erkek tarafından kullanılabilecek takılardan olmaması nedeni ile davanın kabul edildiği, Özel Dairenin ise düğünde takılan takıların kime takılırsa takılsın kadına bağışlanmış ve onun kişisel malı olacağından bahisle bozma kararı verdiği, bu bozma gerekçesinin doğru olmadığı, zira tanık …’nın yeminli ifadesinde bu tür takıların kime takılır ise onun sayılacağına dair adetleri olduğunu beyan ettiği, davalıya takılan takıların bilirkişi raporunda da fotoğraf ve CD incelenerek açıkça belirlendiği üzere ziynet-yarım-çeyrek altın, para ve bir adet 13 gram 22 ayar bilezikten ibaret olduğu, davalı erkeğe takılan bilezik yönünden davacı kadının davasının zaten önceki kararda kabul edildiği, diğer ziynet-yarım-çeyrek altının ise nitelikleri ve kullanım amaçları gereği yatırım aracı oldukları, günümüzde erkeklerin de altın günleri yapmaya başladıkları, bankalarda altın hesabı açtıkları, bu tür değerli metallerin tasarruf amacı ve aracı olarak sürekli alınıp satıldığı, para biriktirildiğinde bu nitelikte değerli metallerin herkesçe edinildiğinin bir gerçek olduğu, kaldı ki Özel Dairenin bu takıların kadına bağışlanmış sayılacağını kabul ettiği, bağışın, bağışlayan kişinin bağış iradesini bağışlanana tevdi etmesi ve bağışlananın da bu bağışı kabul edilmesi ile sonuçlanan bir işlem olduğu, düğün sırasında davacıya bağış iradesini gösterip ona takı takma serbestisi var iken hâlen yatırım amacı ve aracı niteliğinde olan belirtilen takıların davalıya takılması hâlinde, bu takıları takanların bağış iradesinin davacıya değil davalıya yöneltildiği ve onun da kabul etmesi ile artık davalının kişisel malı olacağı kanaatinin hasıl olduğu, aslında bu nitelikteki takıların edinilmiş mal olduğu hususunun da uygulamada tartışılmaya başlanması gerektiği ancak davacı yanın bu yönde bir talebinin olmadığı, yine beş adet burma bilezik yönünden davalının annesi de olsa tanık …’nin bu bilezikleri davacının kolunda gördüğünü yeminli olarak ifade ettiği, tanığın doğru söylemediğine ilişkin 19/11/2021 12:10 Yargıtay Bilgi İşlem Merkezi Müdürlüğü Tarafından Oluşturulmuştur. Sayfa 2 YARGITAY BAŞKANLIĞI somut belirti olmaz ise asıl olanın yeminli tanıkların doğruyu söylediklerinin kabul edilmesi gerektiği, tanığın salt davalının annesi olmasının onun doğruyu söylemediğini kabule yetmeyeceği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.

Direnme Kararının Temyizi:

  1. Direnme kararı süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK

  1. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık;

a) Düğündeki takıların takılan kişiye ait olacağına ilişkin gelenekleri bulunduğuna dair tanık beyanı olan eldeki davada, kullanılış amacı ve niteliğine göre erkek tarafından kullanılamayacaklar hariç olmak üzere düğün sırasında erkeğe takılan ziynet eşyalarının erkeğin kişisel malı sayılıp sayılamayacağı,

b) Yerel Mahkemece verilen ilk kararda, düğünde davacıya takıldığı benimsenen 5 adet bilezik yönünden talep reddedilmiş ve davacı tarafından bu husus temyize konu edilmemiş olmakla birlikte, Özel Dairece davacı lehine bozma nedeni yapılmasının davalının kazanılmış hakkının ihlali mahiyetinde olup olmadığı, taraflarca ileri sürülmemesi nedeniyle bu hususun re’sen nazara alınıp alınamayacağı, re’sen dikkate alınamayacağı sonucuna varılacak olursa düğünde davacı kadına takılan ve saklanması için kendisine teslim edilen 5 adet burma bileziği davacıya iade ettiğine ve akabinde birkaç sefer davacının kolunda gördüğüne ilişkin tanık olarak dinlenen davalının annesinin yeminli beyanına itibar edilip edilemeyeceği, buradan varılacak sonuçlara göre davalıya takılan altınlar ve 5 adet burma bilezik yönünden de davanın kabulünün gerekip gerekmediği noktalarında toplanmaktadır.

III. GEREKÇE

  1. Yerel Mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlığın aydınlatılması için ispat hukuku yönünden geçerli kurallara değinmekte yarar vardır:
  2. Dava konusu edilen bir hakkın ve buna karşı yapılan savunmanın dayandığı vakıaların (olguların) var olup olmadıkları hakkında mahkemeye kanaat verilmesi işlemine ispat denir.
  3. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 187/1. maddesi;

“İspatın konusunu tarafların üzerinde anlaşamadıkları ve uyuşmazlığın çözümüne etkili olabilecek çekişmeli vakıalar oluşturur ve bu vakıaların ispatı için delil gösterilir.” şeklinde düzenlenmiştir.

  1. Vakıa (olgu) ise, 03.03.2017 tarihli ve 2015/2 E., 2017/1 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında; kendisine hukuki sonuç bağlanmış olaylar şeklinde tanımlanmıştır. İspatı gereken olaylar, olumlu vakıalar olabileceği gibi olumsuz vakıalar da olabilir.
  2. Diğer taraftan hâkim, taraflar arasında uyuşmazlık konusu olan vakıaların gerçekleşip gerçekleşmediğini, kural olarak kendiliğinden araştıramaz. Bir olayın gerçekleşip gerçekleşmediğini taraflar ispat etmelidir. Bir davada ispat yükünün hangi tarafa ait olacağı hususu ise HMK’nın “İspat yükü” başlıklı 190. maddesinde yer almakta olup; “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir. Kanuni bir karineye dayanan taraf, sadece karinenin temelini oluşturan vakıaya ilişkin ispat yükü altındadır. Kanunda öngörülen istisnalar dışında, karşı taraf, kanuni karinenin aksini ispat edebilir.” şeklinde hüküm altına alınmıştır.
  1. Bu hüküm, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) “İspat yükü” başlıklı 6. maddesinde yer 19/11/2021 12:10 Yargıtay Bilgi İşlem Merkezi Müdürlüğü Tarafından Oluşturulmuştur. Sayfa 3 YARGITAY BAŞKANLIĞI alan: “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür.” ifadesine paralel olarak düzenlenmiştir.
  2. Nitekim, Hukuk Genel Kurulunun 10.11.2020 tarihli ve
    2017/3-1509
    E., 2020/863 K. sayılı kararında da aynı hususlara değinilmiştir.
  3. Eldeki davada, davacı düğünde takılan altınların kendisine ait olduğunu ancak davalı tarafça verilmediğini iddia etmiş; davalı ise yerel örf ve adetleri gereği düğünde takılan altınların erkek tarafına ait olduğunu o nedenle davacıya verilmediğini savunmuştur. Mahkemece davalı tarafça iddia edilen örf ve adetin varlığına ilişkin dinletilen tanığının beyanına itibar edilerek kadına özgü olanlar dışında düğünde takılan ziynetlerin kime takıldıysa ona ait olduğu kabul edilmiştir.
  4. İhtilaf düğünde takılan ziynet eşyasının taraflardan hangisine ait olduğu noktasındadır.
  5. Mevzuatımızda, düğün sırasında takılan ziynet ile parasal değeri olan bütün eşyanın aidiyeti konusunda yazılı bir hüküm bulunmamaktadır. Bu nedenledir ki, örf ve adet hukuku uygulanmaktadır. Yargıtayın yerleşik uygulamasına, yaygın örf ve adet ile ülke gerçeklerine göre kural olarak, düğün sırasında takılan ziynet eşyası ve paralar kim tarafından ve hangi eşe takılırsa takılsın aksine bir anlaşma ya da örf ve adet kuralı olmadığı takdirde kadına bağışlanmış sayılır ve artık kadının kişisel malı kabul edilir. Yani erkeğe takılan ziynetler ve paraların da aksi kanıtlanmadığı müddetçe kadına ait olduğu kabulü vardır. Söz konusu ziynet eşyasının (altın vs.) evlenme sebebiyle gerek ailelerce ve gerek yakınlarca kadına geleceğinin güvencesi olarak takıldığı kabul edildiğinden emaneten (geçici olarak) takıldığı konusunda kadının bir kabulü olmadığı sürece genel kural kabul edilecektir. Artık, ziynetlerin geri istenmemek üzere verildiği iddia ve ispat edilmedikçe, bunları alan iade etmekle yükümlüdür.
  6. İspat külfetinin hangi tarafta olduğu hususunun, yukarıda bahsedilen hukuki düzenleme çerçevesinde çözümlenmesi gerekmektedir. Davalı genel kuralın aksine örf ve adetleri bulunduğunu iddia ettiğine göre bunu ispat külfeti kendisine düşmektedir. Davalı ispat amacıyla muhtar olan tanık …’ı dinletmiş; tanık iddia edilenden farklı olarak “bizim adetlerimiz düğünde takılan takılar, kıza takıldıysa kızın, oğlana takıldıysa oğlanın olur” şeklinde ifade vermiş; mahkemece tanığın beyanı esas alınarak hüküm kurulmuştur.
  7. Hemen belirtmek gerekir ki, düğünde takılan takıların erkeğe ait olduğu yönünde örf ve adetleri bulunduğunu belirten davalının, dinlettiği tanığın beyanı ve Yargıtay’ın yerleşik uygulamasına yansıyan yaygın örf ve adet karşısında daha köklü bir adetin varlığını ispatlayamadığı açıktır. Bu durumda genel kuraldan ayrılınmasını gerektirecek bir durum söz konusu değildir.
  1. Ne var ki, mahkemece dinlenilen davalı tanığı …’nin beyanına itibar edilerek 5 adet burma bileziğin davacıya iade edildiğinin kabulü ile bu 5 bilezik yönünden talebin reddine karar verilmiştir. Ancak, mahkemece kurulan 10.11.2014 tarihli ve 2013/241 E., 2014/732 K. sayılı karara davacının 5 adet burma bilezik yönünden itiraz etmemesi nedeniyle bu husus davalı yönünden usulü kazanılmış hak teşkil eder. Bu nedenle taraflarca getirilme ilkesine tabi bulunan ve davacı tarafça temyize getirilmediğinden bu yöndeki ret kararı kesinleşen 5 adet burma bilezik hakkındaki direnme kararı isabetli olmakla birlikte, yukarıdaki açıklamalar gereğince, diğer ziynetler bakımından direnme kararı Kurul çoğunluğu tarafından isabetli bulunmamıştır.
  2. Ayrıca, somut olayda davalıya takılan 1 adet bilezik yönünden davacının talebi mahkemece kabul edildiğinden Özel Daire bozma kararının 9. paragrafında yapılan açıklamalar dosya kapsamı ile örtüşmemektedir. Bu durumda, Özel Daire bozma kararının 9. paragrafının 1. bendindeki “1 adet 22 19/11/2021 12:10 Yargıtay Bilgi İşlem Merkezi Müdürlüğü Tarafından Oluşturulmuştur. Sayfa 4 YARGITAY BAŞKANLIĞI ayar 13 gr bilezik” ifadesinin bozma kararında yer almasının isabetli olmadığı, karardan çıkartılması gerektiği sonucuna varılmıştır.
  3. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, düğünde takılan takıların düğün masraflarına katkı mahiyetinde olduğu ve kime takıldıysa ona hediye verilmesi gayesi güdüldüğü, takılan tüm ziynet eşyasının kadına bağışlanmasının amaçlanamayacağı görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.
  4. Sonuç itibariyle, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uymak gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
  5. Bu nedenle direnme kararı açıklanan değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı bozulmalıdır.

IV. SONUÇ :

Açıklanan nedenlerle;

Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin 27.01.2016 tarihli ve 2015/2539 E., 2016/842 K. sayılı kararının 9. paragrafının 1. bendindeki “1 adet 22 ayar 13 gr bilezik” ifadesinin bozma kararından çıkartılması suretiyle direnme kararının yukarıda açıklanan değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA,

İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, Aynı Kanun’un 440. maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 13.04.2021 tarihinde oy çokluğu ile karar verildi.

KARŞI OY

Uyuşmazlık; tarafların düğününün yapıldığı yörenin örf ve adetine göre erkeğe takılan altınların erkeğe ait olduğu yönündeki davalı savunmasının kanıtlanıp kanıtlanmadığı, buna göre düğünde erkeğe hediye olarak takılan altınların, davalının kişisel malı sayılıp sayılmayacağı, örf ve adet gereği erkeğe verilmiş kabul edilip edilmeyeceği noktasında toplanmaktadır. Davalı erkek; yörenin örf ve adetine göre düğünde takılan takıların erkeğe ait olduğunu savunmuş, davacı kadın ise, örf ve adete göre ev eşyalarını erkek tarafının alması hâlinde takıların erkeğe ait olacağını, oysa tarafların ev eşyalarını kendilerinin aldığını ileri sürmüştür. Bu noktada; ziynet kavramı, örf ve adet kuralları ile davada ispat kuralarına ilişkin yasal düzenlemelere bakmak gerekir. Ziynet; altın, gümüş gibi kıymetli madenlerden yapılmış olup; insanlar tarafından takılan süs eşyası olarak tanımlanmaktadır (Yılmaz, E.: Hukuk Sözlüğü, … 2011, s. 1529). Ziynet eşyasını da, evlilik münasebetiyle gelin ve damada verilen hediyeler olarak nitelendirmek mümkündür. Kadına özgü ziynet eşyaları; bilezik, altın kelepçe, kolye, gerdanlık, takı seti, bileklik, saat, küpe ve yüzük gibi takılar olarak kabul edilmektedir (Sağıroğlu, M.Ş: Ziynet davaları, …, 2013, s.3). Kadına özgü ziynet eşyaları; eşler arasında bir anlaşma yoksa veya bu konuda örf ve adet bulunmadıkça evlilik sırasında kim tarafından hangi eşe takılmış olursa olsun kadın eşe bağışlanmış sayılır ve artık onun kişisel malı niteliğini kazanır (HGK’nın 05.05.2004 tarih, 2004/4-249 E, 2004/247 K, 04.03.2020 tarih,
2017/3-1040
E, 2020/240 K). 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 1/1 maddesindeki; “Kanunda uygulanabilir bir hüküm 19/11/2021 12:10 Yargıtay Bilgi İşlem Merkezi Müdürlüğü Tarafından Oluşturulmuştur. Sayfa 5 YARGITAY BAŞKANLIĞI yoksa, hakim , örf ve adet hukukuna göre, bu da yoksa kendisi kanun koyucu olsaydı nasıl bir kural koyacak idiyse ona göre karar verir.” düzenlemesi gereği hâkim kanunda hüküm bulunmayan hâllerde örf ve adet gereğince karar verme yetkisine sahiptir. Örf ve adet kuralları; belli bir olay ve ilişkilerde toplumun bireylerince belli bir biçimdeki davranışın tekrarlanması ile yavaş yavaş organizmanın gelişmesi gibi meydana gelir. Dolayısıyla, bir örf ve adet kuralının uzun süre uygulanması (maddi unsur) bu kurala uyma konusunda toplumda bir inancın (psikolojik unsur) yerleşmesi ve kurala uyulmaması durumunda bir yaptırım ile karşılaşılacağı konusunda bir kabulün olması ( hukuki unsur) gerekir. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 6. maddesi: “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür. ” 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK)’nun “İspat yükü” başlığını taşıyan 190. maddesi: “(1) İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir. (2) Kanuni bir karineye dayanan taraf, sadece karinenin temelini oluşturan vakıaya ilişkin ispat yükü altındadır. Kanunda öngörülen istisnalar dışında, karşı taraf, kanuni karinenin aksini ispat edebilir.” hükmünü içermektedir. HMK’nın 190. maddenin birinci fıkrasında, ispat yükünün belirlenmesine ilişkin temel kural vurgulanmıştır. Buna göre, bir vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran taraf ispat yükünü taşıyacaktır. İspatın konusu, tarafların üzerinde anlaşamadıkları ve bu uyuşmazlığın çözümüne etkili olabilecek çekişmeli vakıalardır ve bu vakıaların ispatı için delil gösterilir. Vakıa (olgu) ise, 03.03.2017 tarihli ve 2015/2 E. ve 2017/1 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında; kendisine hukuki sonuç bağlanmış olaylar şeklinde tanımlanmıştır. İspatı gereken olaylar, olumlu vakıalar olabileceği gibi olumsuz vakıalar da olabilir. Bir davada o davanın çözümünü etkileyebilecek vakıalar için delil gösterilir ve ancak bu deliller inceleme konusu olabilir. Başka bir deyişle, delil, bir vakıanın ispatı için başvurulan vasıtalardır ve konusu da maddi hukuktur. Öncelikle düğünde takılan ziynet ve altınların varlığı ve miktarının tespiti gerekir. Düğünde taraflara takılan bilezikler ile altınların tespiti için davacı tarafın dayandığı altı adet fotoğraf ve CD üzerinde yapılan bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen asıl ve ek raporlar ve tanık beyanına göre, mahkemece, davacı kadın üzerinde 5 adet 22 ayar, her biri 22 gram … burması, 11 adet 22 ayar her biri 15 gram civarında takı bileziği, 1 adet 14 ayar 10 gram fantezi bilezik ile 31 adet çeyrek altın, davalı erkek üzerinde ise, 1 adet 13 gram 22 ayar bilezik, 2 adet ziynet altın, 3 yarım altın, 80 adet çeyrek altın bulunduğu, erkek üzerine takıldığı tespit edilen 1 adet bilezik davalıya takılmış ise de kadına özgü ziynet eşyası olması nedeniyle kadına ait olduğu ayrıca 5 … burma bileziğin de davacıda kaldığı kabul edilerek, davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir. Mahkeme kararını temyizinde davacı, örf ve adet yönünde yeterli araştırma yapılmadığını ileri sürmüş, mahkemece davacıda kaldığı kabul edilen 5 … burma bileziği temyiz konusu yapmamış, davalı da temyizinde, köy muhtarının beyanı ile yöresel örf ve âdetin belirlendiğini, buna göre üzerinde tespit edilen altınların davacı tarafından talep edilmesinin yerinde olmadığını, davacı üzerinde 15 çeyrek altın tespit edilmesine rağmen, 31 adet çeyrek altının davacıya iadesi yönündeki kararın yerinde olmadığını 19/11/2021 12:10 Yargıtay Bilgi İşlem Merkezi Müdürlüğü Tarafından Oluşturulmuştur. Sayfa 6 YARGITAY BAŞKANLIĞI ileri sürerek temyiz etmiş, davalı erkek üzerinde tespit edilen 1 adet 22 ayar, 13 gram bileziğin davacıya iadesini temyiz konusu yapmamıştır. Bu durumda; mahkemenin, ilk kararında, 5 adet bileziğin davacıda bulunduğu, düğünde davalıya takılan 1 adet bileziğin de davacıya ait olduğu yönündeki kabulü taraflarca temyiz konusu yapılmadığından Özel Dairenin bu yöndeki bozması yerinde değildir. Belirtilen yasal düzenlemeler ve tüm deliller birlikte değerlendirildiğinde; tarafların aynı köylü olduğu ve düğünlerinin köyde yapıldığı, CD ve fotoğraflarda tarafların düğününde kadın ve erkeğe ayrı kuşak takılarak takıların ayrı ayrı takılmış olması ve 9 yıl köy muhtarlığı yapan tanığın, “adetlere göre, düğünde kıza takılan takıların kıza, erkeğe takılan takıların erkeğe ait olduğu” beyanı karşısında, yöresel örf ve adet gereği düğünde davalı erkeğe takılan altınların davalıya ait olduğu kanıtlanmış bulunduğundan, mahkemenin direnme kararının yerinde olduğu, kararın onanması gerektiği görüşünde olduğumuzdan, sayın çoğunluğun aksi yöndeki bozma kararına katılınmamıştır.

Akhisar avukat, boşanma avukatı, ziynet davası, düğünde takılan altınlar kime aittir? Düğünde takılan altınlarımı alabilir miyim?

0

BORDRO HİLESİ – İMZASIZ BORDROLARDA FAZLA ÇALIŞMALAR DAHİL HER AY AYNI MİKTARIN İŞÇİYE ÖDENMİŞ OLMASI (Yargıtay kararı) Avukat Ali SAYIM Akhisar Manisa

YARGITAY 9 . Hukuk Dairesi 2014/27282 E. 2016/8861 K. ve  11.04.2016 tarihli kararı:

Kararı Özü:  Davacının imzasını içermeyen aylık ücret bordrolarında saat ücreti ile temel ücret hesabı dışında fazla çalışma, hafta tatili ile bayram genel tatil ücreti gibi tahakkuklara yer verilerek davacının banka hesabına yatan tutar ile uyumlu bir tahakkuka gidilmiştir. Oysa örneğin 2007 yılı kimi ücret bordrolarında fazla çalışma, hafta tatili ile bayram genel tatil ücreti gibi tahakkuklara değişen miktarlarda yer verilse de bordro sonucu hep aynı 2400 USD net ücret üzerinden gerçekleşmiştir. İşçinin yurt dışında harcaması için elden verilen bir miktar da dikkate alındığında somut uyuşmazlıkta davacı işçi 2600 USD aylık ücret aldığını kanıtlamış durumdadır. Davalı işveren işçinin imzasını içermeyen ve her zaman düzenlenmesi mümkün olan bordrolarla temel ücreti bölmek suretiyle diğer işçilik alacaklarının da ödendiği şeklinde bir uygulama geliştirmiştir. İşçinin banka hesabına yapılan ödemelerde maaş açıklaması dışında başka bir bilgiye yer verilmemiştir. Böyle olunca davacının aylık temel ücretinin 2600 USD olduğu kabul edilmeli ve bordroların fazla çalışma ile hafta tatili ve genel tatil tahakkuklarını içermediği sonucuna varılmalıdır. Gerekirse bu esaslar dahilinde bilirkişiden yeniden rapor alınmalı ve mahkemece bir değerlendirmeye tabi tutularak tazminat ve alacaklar hüküm altına alınmalıdır. Savunmanın dahi altında kalan ücrete itibarla yapılan hesaba göre karar verilmesi hatalıdır
4857 sayılı Kanunun 54 üncü maddesinde, yıllık ücretli izine hak kazanmak için gerekli sürenin hesabında, işçinin aynı işverenin bir veya çeşitli işyerlerinde çalıştığı sürelerin birleştirilerek göz önüne alınacağı hükme bağlanmıştır. Bu durumda, işçinin daha önce aynı işverenin bir ya da değişik işyerlerinde geçen hizmetlerinin yıllık izne hak kazanma ve izin süreleri hesabı yönlerinden dikkate alınması gerekir. Kamu kurum ve kuruluşlarında geçen hizmetlerin de aynı gerekçeyle izin hesabı yönünden birleştirilmesi zorunludur. Bununla birlikte, işçiye önceki feshe bağlı olarak kullanmadığı izin ücretleri tam olarak ödenmişse, bu dönemin sonraki çalışma sürelerine eklenerek izin hesabı mümkün değildir. Önceki çalışma döneminde izin kullandırılmak veya fesihte karşılığı ödenmek suretiyle tasfiye edilmeyen çalışma süreleri, aynı işverenin bir ya da değişik işyerlerindeki çalışmalara eklenir. İşçinin aralıklı olarak aynı işverene ait işyerinde çalışması halinde, önceki dönemin kıdem tazminatı ödenerek feshedilmiş olması, izin yönünden sürelerin birleştirilmesine engel oluşturmaz. Yine, önceki çalışılan sürede bir yılı doldurmadığı için izne hak kazanılmayan süreler de, işçinin aynı işverene ait işyeri ya da işyerlerindeki sonraki çalışmalarına eklenerek yıllık izin hakkı belirlenmelidir. Yıllık izin, özde bir dinlenme hakkı olup, aralıklı çalışmalarda önceki dönem zamanaşımına uğramaz.

İMZASIZ BORDROLARDA FAZLA ÇALIŞMALAR DAHİL HER AY AYNI MİKTARIN İŞÇİYE ÖDENMİŞ OLMASI
TEMEL ÜCRETİN BÖLÜNEREK BİR KISMININ FAZLA ÇALIŞMA GENEL TATİL ÜCRETİ OLARAK BORDROLARDA GÖSTERİLMESİ HALİNDE FAZLA ÇALIŞMA VE GENEL TATİL TAHAKKUKLARINA İTİBAR EDİLEMEYECEĞİ
KULLANILMAYAN YILLIK İZİNLERİN ÖDENEREK SONA ERİLEN HİZMET SÜRESİ SONRASI YENİDEN BAŞLAYAN ÇALIŞMADA ESKİ ÇALIŞMA SÜRELERİNİN YILLIK İZİNDE DİKKATE ALINAMAYACAĞI
SADECE KIDEM TAZMİNATI ÖDENEREK SONA ERDİRİLEN DÖNEMLERİN SONRAKİ ÇALIŞMADA YILLIK İZNİN HESABINDA DİKKATE ALINACAĞI

AKHİSAR AVUKAT ALİ SAYIM AKHİSAR MANİSA İŞ DAVALARI
0
BOŞANMA DAVASI

ANLAŞMALI BOŞANMA DAVASI – ANLAŞMALI BOŞANMAKTAN NE ZAMANA KADAR VAZGEÇİLEBİLİR? (Avukat Ali SAYIM Akhisar Manisa)

YARGITAY 2. HUKUK DAİRESİ Esas Numarası: 2019/7900 Karar Numarası: 2019/12760 Karar Tarihi: 24.12.2019

BOŞANMA İSTEMİNDE ANLAŞMALI BOŞANMAYA DAİR HÜKMÜN BOZULMASI HALİNDE DAVANIN ÇEKİŞMELİ BOŞANMA DAVASINA DÖNÜŞECEĞİ 

Taraflar Boşanmışlarsa da Hükmün Davalı Tarafından Temyiz Edildiği – Anlaşmalı Boşanma Yönünde Oluşan Karar Kesinleşinceye Kadar Eşlerin Bu Yöndeki Diğer Bir İfadeyle Gerek Boşanmanın Mali Sonuçları, Gerekse Çocukların Durumu Hususunda Kabul Edilen Düzenlemeleri Kapsayan İrade Beyanından Dönmesini Engelleyici Yasal Bir Hüküm Bulunmadığı – Anlaşmanın Bozulması İle Anlaşmalı Boşanmaya İlişkin Hükmün Bütünüyle Geçersiz Hale Geldiği – Bu Halde Anlaşmalı Boşanma Davasının “Çekişmeli Boşanma” Davası Olarak Görülmesi Gerektiği

Özeti: Taraflar boşanmışlarsa da hüküm davalı tarafından temyiz edilmiştir. Anlaşmalı boşanma yönünde oluşan karar kesinleşinceye kadar eşlerin bu yöndeki diğer bir ifadeyle gerek boşanmanın mali sonuçları, gerekse çocukların durumu hususunda kabul edilen düzenlemeleri kapsayan irade beyanından dönmesini engelleyici yasal bir hüküm bulunmamaktadır. Anlaşmanın bozulması ile anlaşmalı boşanma hükmü bütünüyle geçersiz hale gelir. Bu halde anlaşmalı boşanma davasının “çekişmeli boşanmanın” olarak görülmesi gerekir.

Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davalı erkek tarafıdan temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:

Taraflar Türk Medeni Kanunu’nun 166/3. maddesi uyarınca boşanmışlar, hüküm davalı tarafından temyiz edilmiştir. Anlaşmalı boşanma yönünde oluşan karar kesinleşinceye kadar eşlerin bu yöndeki diğer bir ifadeyle gerek boşanmanın mali sonuçları, gerekse çocukların durumu hususunda kabul edilen düzenlemeleri kapsayan irade beyanından dönmesini engelleyici yasal bir hüküm bulunmamaktadır. Anlaşmanın bozulması ile anlaşmalı boşanma hükmü bütünüyle geçersiz hale gelir (HUMK m. 439/2). Bu halde anlaşmalı boşanma davasının “çekişmeli boşanma” (TMK m. 166/1-2) olarak görülmesi gerekir.

Açıklanan sebeple, mahkemece taraflara iddia ve savunmalarının dayanağı bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetlerini içeren beyan ile iddia ve savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın ispatını sağlayacak delillerini sunmak ve dilekçelerin karşılıklı verilmesini sağlamak üzere süre verilip ön inceleme yapılarak tahkikata geçildikten sonra usulüne uygun şekilde gösterilen deliller toplanarak gerçekleşecek sonucu uyarınca karar verilmek üzere hükmün bozulmasına karar vermek gerekmiştir.

SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda gösterilen sebeple BOZULMASINA, bozma sebebine göre diğer temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, temyiz peşin harcının istek halinde yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi. 24.12.2019

Yukarıdaki yargıtay kararında da izah edildiği üzere anlaşmalı boşanma protokolü imzalanmış olsa da, yerel mahkeme tarafından boşanma kararı verilmiş olsa da, yerel mahkeme kararı kesinleşinceye kadar her zaman ANLAŞMALI BOŞANMADAN VAZGEÇİLEBİLİR. ANLAŞMALI BOŞANMADAN VAZGEÇİLMESİ HALİNDE BOŞANMA DAVASI ÇEKİŞMELİ BOŞANMA DAVASINA DÖNÜŞÜR VE YARGILAMA DEVAM OLUNUR.

Manisa Akhisar Anlaşmalı Boşanma davaları Avukat Ali SAYIM – Boşanma avukatları boşanma davasında dikkat edilmesi gereken hususlar – hak kaybı yaşamamak için iyi bir boşanma avukatı tutmanız gerekmektedir.

0

TRAFİK KAZASI – ARAÇ DEĞER KAYBI TAZMİNATI DAVASI- (Av. Ali SAYIM Akhisar/Manisa)

TRAFİK KAZASINDAN SONRA ARAÇTA MEYDANA GELEN DEĞER KAYBI İÇİN AÇILACAK DAVALARIN BELİRSİZ ALACAK DAVASI OLARAK AÇILABİLECEĞİNE İLİŞKİN YARGITAY HUKUK GENEL KURULU VE YARGITAY 17. HUKUK DAİRESİNİN KARARI (Akhisar Avukat Trafik Kazası Değer Kaybı Tazminat)

YARGITAY

HUKUK GENEL KURULU

Esas Numarası: 2017/1099

Karar Numarası: 2019/460

Karar Tarihi: 16.04.2019

Aracında Oluşan Değer Kaybının Tahsilini Talep Ettiği – Alacağının Yargılama Aşamasında Alınacak Bir Bilirkişi Raporu İle Belirlenecek Olması Nedeniyle Şimdilik Davanın Belirsiz Alacak Davası Olarak Açıldığının Belirtildiği – Davacının Alacağını Belirsiz Tazminat Alacağı Davasına Konu Ettiği – Aracında Oluşan Değer Kaybının Varlığının ve Miktarının Belirlenebilmesinin, Ancak Yargılama Sırasında Delilerin Toplanıp Değerlendirilmesinden Yani Tahkikatten Sonra Mümkün Olabileceği – Davacının İddia Ettiği Zararın Dava Tarihi İtibariyle Miktar ve Değerinin Tam ve Kesin Olarak Belirleyebilmesinin Davacıdan Beklenemeyeceği – Davacının Davaya Konu Taleplerinin Belirsiz Alacak Davasına Konu Olabilecek Nitelikte Olduğu

KARARIN ÖZÜ: Dava, trafik kazasından kaynaklanan tazminat istemine ilişkindir. İnceleme konusu olay bakımından davacının belirsiz tazminat alacağı davasına konu ettiği; aracında oluşan değer kaybının varlığının ve miktarının belirlenebilmesi, ancak yargılama sırasında delilerin toplanıp değerlendirilmesinden yani HMK ilgili maddesinde belirtildiği gibi tahkikatten sonra mümkün olabilecektir. Bu nedenle davacının iddia ettiği zararın dava tarihi itibariyle miktar ve değerinin tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin davacıdan beklenemeyeceği kabul edilmelidir. Belirtilen nedenlerle, davacının davaya konu taleplerinin belirsiz alacak davasına konu olabilecek nitelikte olduğu ve dava tarihi itibariyle zararın miktar ve değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin davacıdan beklenemeyeceği anlaşılmakla HMK’nın ilgili maddesine uygun olarak, aradaki hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar veya değeri belirtmek suretiyle dava açabileceği sonucuna varılmıştır.

Taraflar arasında görülen “maddi tazminat” davasından dolayı yapılan sonunda İzmir 9. Asliye Ticaret Mahkemesince davanın reddine dair 21.01.2014 tarihli ve 2013/244 E. 2014/10 K. sayılı karar davacı vekili tarafından temyiz edilmekle, Yargıtay 17. Hukuk Dairesinin 29.05.2014 tarihli ve 2014/7125 E. 2014/8526 K. sayılı kararı ile,

“…Davacı vekili; müvekkilinin maliki olduğu araca davalılardan Yapım İnş Ltd Şti’nin maliki, diğer davalı … Akçabalı’nın sürücü ve diğer davalı … Sigorta AŞ’nin de zorunlu mali mesuliyet sigorta poliçesi ile sigortacısı olduğu aracın 21/04/2013 tarihinde çarpması sonucunda aracında hasar meydana geldiğini, oluşan hasarın 5.928,47.- TL olup, kendi kasko sigortacısı olan … Sigorta AŞ tarafından hasar bedelinin ödendiğini, ancak araçta meydana gelen hasar ve tamirat nedeniyle aracın değer kaybına da uğradığını, bu nedenlerle fazlaya ilişkin haklar saklı kalmak koşuluyla belirsiz alacak davası açtıklarını ileri sürerek şimdilik 1.000,00.- TL’nin davalılardan sürücü ve işleten için olay tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi, davalı sigorta şirketi yönünden ise reeskont faizi ile birlikte müşterek ve müteselsilen tahsiline hükmedilmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalılardan H. Sigorta A.Ş vekili; davanın belirsiz alacak davası şeklinde açılamayacağını, davacının gerçek zararının karşılandığını, savunarak davanın reddini istemiştir.

Davalı Y. İnşaat Ltd Şti vekili; davanın belirsiz alacak davası şeklinde açılmayacağını, davacının sigorta şirketine yönelik dava açması gerektiğini savunarak davanın reddini istemiştir.

Davalı … davaya cevap vermemiştir.

Mahkemece iddia, savunma ve tüm dosya kapsamına göre; davacının dava dilekçesinde ve özellikle 10.07.2013 tarihli dilekçesindeki beyanlarında uğradığı zararın kendisi tarafından tam ve kesin olarak belirlendiği, bu konuda dava dışı kasko şirketinin kendisine ödeme yaptığını, ancak “değer kaybına ilişkin” eldeki davayı açtığını, bunun bilirkişi aracılığıyla tespitinin gerekeceğini bu nedenle belirsiz alacak davası açtığını ileri sürmekte ise de; davacının belirttigi teknik uzmanlıkla tespit sorununun HMK 107’de belirtilen “objektif belirsizlik” hali olmadığı,eksper raporu ve kendisine dava dışı kasko şirketinin yaptığı kısmi ödemeyle aracında meydana gelen zararı öğrendiği,bu zarara göre, aracın “değer kaybı” tespitinin mümkün olduğu,davacının alacağının tam ve kesin miktarının belirleyebilmesine rağmen belirsiz alacak davası şeklinde eldeki davayı açmasından hukuki yararının olmadığı gerekçesiyle davanın 6100 sayılı HMK’nun 107, 114/h, 138 maddeleri gereğince hukuki yarar dava şartı yokluğundan reddine karar verilmiş,hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

1-Dosya içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına göre davacı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.

Dava, trafik kazasından kaynaklanan maddi tazminat istemine ilişkindir.

İsviçre ve Alman Hukukunda yer alan “belirsiz alacak davası”, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile Hukukumuza kazandırılmıştır. 6100 sayılı HMK’nin 107/I. maddesi “Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir” hükmünü içermektedir. Madde hükmünden de anlaşıldığı üzere Belirsiz alacak davası davacının, davada talep edeceği miktarı veya değeri tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin objektif şekilde imkânsız olması ya da bunun kendisinden beklenememesi halinde mümkündür. Davacı dava tarihinde davanın miktarını tam ve kesin olarak biliyorsa veya bunu bilebilecek durumda ise, belirsiz alacak davası açılamaz.

Sorun, davacının alacağını tam ve kesin olarak belirleyebilecek bir durumda olması halinde alacağının tahsili için kısmi dava açmasının mümkün olup olmadığında toplanmaktadır.

Davacının aynı hukuki ilişkiden kaynaklanan alacağının veya hakkının tümünü değil, belirli bir kısmını talep ederek açtığı davaya kısmi dava denir. Diğer bir ifadeyle, bir alacak hakkında daha fazla miktar için tam dava açma imkanı bulunmasına rağmen, alacağın bir kesimi için açılan davaya kısmi dava denir. Bir davanın kısmi dava olarak nitelendirilebilmesi için, alacağın tümünün aynı hukuki ilişkiden doğmuş olması ve bu alacağın şimdilik bir kısmının dava edilmesi gerekir (Yargıtay HGK 17.10.2012 gün, 2012/9-838 Esas 715 Karar sayılı ilamı, Kuru/Arslan/Yılmaz, Medeni Usul Hukuku, 22. Bası,s.286; Pekcanıtez/Atalay/Özekes, Medeni Usul Hukuku, 12. Bası, s.320).

Kısmi dava, 6100 Sayılı HMK’nın 109. maddesinde düzenlenmiş olup, maddenin 1.fıkrasında “Talep konusunun niteliği itibarıyla bölünebilir olduğu durumlarda, sadece bir kısmı da dava yoluyla ileri sürülebilir” hükmüne, 2.fıkrasında ise; “Talep konusunun miktarı, taraflar arasında tartışmasız veya açıkça belirli ise kısmi dava açılamaz” hükmüne yer verilmiştir. Bu düzenlemelere göre, kısmi dava açılabilmesi için;

a-Talep konusunun niteliği itibariyle bölünebilir olması,

b-Talep konusunun miktarının taraflar arasında tartışmalı bulunması veya açıkça belirli olmaması gerekir.

Şayet, talep konusu taraflar arasında tartışmasız veya açıkça belirlenebilir ise kısmi dava açılamayacaktır. Diğer bir anlatımla; talep konusunun miktarı taraflar arasında “tartışmasız” ise veya taraflar arasında miktar veya parasal tutar bakımından bir tartışma olmakla beraber, tarafların anlaşmasına gerek kalmaksızın, objektif olarak talep konusunun miktarı herkesçe anlaşılabilecek şekilde “belirli” ise, o talep sonucunun sadece bir kısmı dava edilemez. Bu gibi hallerde, kısmi davanın yasaklanmasının sebebi, davacının kısmi dava açmakta hukuki yarar bulunmadığının kabul edilmesidir. Davacının alacağını, küçük parçalara bölüp her biri için ayrı ayrı dava açmasında hukuki yarar değil; aksine, dava hakkının kötüye kullanılması söz konusudur (Pekcanıtez/Atalay/Özekes, Medeni Usul Hukuku, 11.Bası, s.319-320).

Talep konusu açıkça taraflar arasında tartışmalıysa ya da açıkça belirli değilse açılan bir kısmi davada davacının hukuki yararının bulunduğunun kabulü gerekir. Açılmış olan bir kısmi davada alacağın taraflar arasında tartışmalı olup olmadığı ya da açıkça belirli olup olmadığı davalının davaya vereceği cevapla anlaşılabilir. Nihayet hakim, ön inceleme aşamasında bu hususu tespit edebilir. Şayet, davalı davaya cevabında alacağı tartışmalı hale getirmişse artık, açılmış olan kısmi davanın hukuki yarar yokluğu nedeniyle reddedilmeyip işin esası hakkında hüküm kurulması gerekir (Pekcanıtez/Atalay/Özekes, Medeni Usul Hukuku, 11.bası,s.320-321). Somut olayda da; davalı şirket vekili cevap dilekçesinde,somut bir zararın bulunmadığını belirterek davanın reddini istemiştir. Davalı tarafın davaya cevap dilekçesinden de anlaşılmaktadır ki; davacı alacağı taraflar arasında tartışmalı hale gelmiştir. Böyle bir durumda ve yukarda yapılan açıklamalar ışığında, davacının kısmi dava açmakta hukuki yararının olmadığından söz edilemez. Bu sebeple, mahkemece 6100 Sayılı HMK’nın 109/1. maddesi gereği davacının harcını yatırdığı kısım yönünden davaya bakılıp sonuçlandırılması gerekirken, yerinde olmayan gerekçelerle usulden davanın reddine karar verilmiş olması doğru olmamış,kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.

3-Bozma sebep ve şekline göre davacı vekilinin vekalet ücretine yönelik temyiz isteminin şimdilik incelenmesine yer olmadığına…”

gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

 HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, trafik kazasından kaynaklanan tazminat istemine ilişkindir.

Davacı vekili, müvekkilinin maliki olduğu … plakalı araca davalılardan Y. İnş Ltd Şti’nin maliki, davalı … Akçabalı’nın sürücüsü ve diğer davalı H. Sigorta A.Ş.’nin de trafik (ZMMS) poliçesi ile sigortacısı olduğu …plakalı aracın 21.04.2013 tarihinde çarpması sonucunda aracında hasar meydana geldiğini, oluşan hasarın 5.928,47TL olup, kendi kasko sigortacısı olan … Sigorta AŞ tarafından hasar bedelinin ödendiğini, ancak araçta meydana gelen hasar ve tamirat nedeniyle aracın değer kaybına uğradığını, bu nedenlerle fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak koşuluyla belirsiz alacak davası açtıklarını, şimdilik 1.000,00TL’nin davalılardan sürücü ve işleten için olay tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi, davalı sigorta şirketi yönünden ise reeskont faizi ile birlikte müşterek ve müteselsilen tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalılardan H. Sigorta A.Ş. vekili, davanın belirsiz alacak davası şeklinde açılamayacağını, davacının gerçek zararının karşılandığını bu nedenlerle davanın reddine karar verilmesini istemiştir.

Davalılardan Y.İnşaat Ltd Şti. vekili, yetkili mahkemenin müvekkilinin ikametgâhı mahkemesi olan Karşıyaka Asliye Ticaret Mahkemesi olması nedeniyle davanın usulden reddinin gerektiğini, diğer yönden davanın belirsiz alacak şeklinde açılmayacağını, davacının sadece sigorta şirketine yönelik dava açması gerektiğini, müvekkiline husumet yöneltilemeyeceğini belirterek davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı … yapılan tebligata rağmen davaya cevap vermemiştir.

Yerel Mahkemece; davacının 03.12.2013 tarihli dilekçesi ekindeki eksper raporu ile kendisine dava dışı kasko şirketinin yaptığı kısmi ödemeyle aracında meydana gelen zararı öğrendiği, bu zarara göre, aracın “değer kaybı” tespitinin mümkün olduğu, bunun davacı için belirlenememesinin sadece teknik sorun olup, bu sorunun objektif belirsizlik hâli oluşturmadığından davacının belirsiz alacak davası açmasında hukuki yararının bulunmadığı, 6100 sayılı HMK’nın 114. maddesinin (h) bendi gereğince hukuki yararın dava şartı olduğu da gözetildiğinde dava şartı yokluğu nedeniyle davanın usulden reddine karar verilmiştir.

Davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.

Mahkemece; önceki gerekçelerle ve özellikle HMK’nın 107. maddesinde belirsiz alacak davasının 109. maddesinde ise kısmi davanın düzenlendiği, her iki dava çeşidinin birbirinden farklı dava türleri olup hüküm ve sonuçlarının da farklı olduğu, bu nedenle birbirinin alternatifi olarak düşünülemeyeceği, kaldı ki davacının hem dava dilekçesinde hem de 09.07.2013 tarihli dilekçesinde açıkça davasının belirsizlik alacak davası olduğuna dair beyanda bulunduğu, böyle olunca eldeki davanın kısmi dava olarak açıldığı kabul edilerek yargılamaya devam olunmasının mümkün bulunmadığı vurgulanarak önceki kararda direnilmiştir.

Direnme hükmü davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; trafik kazası sonucu araçta oluşan değer kaybı alacağının belirsiz alacak olup olmadığı, burada varılacak sonuca göre davacının eldeki davayı belirsiz alacak davası olarak açmakta hukuki yararının bulunup bulunmadığı; alacağın belirlenebilir olduğunun kabul edilmesi hâlinde belirsiz alacak davası olarak açılmış olan davaya kısmi dava olarak bakılıp bakılamayacağı noktalarında toplanmaktadır.

Direnme kararını davacı vekili temyiz etmiştir.

Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle belirsiz alacak davasının hukuki niteliğinin açıklanmasında yarar bulunmaktadır.

01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107. maddesiyle, mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda yer almayan yeni bir dava türü olarak belirsiz alacak ve tespit davası kabul edilmiştir.

6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107. maddesinde yer alan,

“1-Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir.

2-Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilir.

3-Ayrıca, kısmi eda davasının açılabildiği hâllerde, tespit davası da açılabilir ve bu durumda hukuki yararın var olduğu kabul edilir.” şeklindeki hüküm ile belirsiz alacak davası düzenlenmiştir.

Hükümet tasarısında yer almayan bu madde, Türkiye Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonu tarafından esasen baştan miktar veya değeri tam tespit edilemeyen bir alacakla ilgili hak arama durumunda olan kişinin, hukuk sisteminde karşılaştığı güçlüklerin bertaraf edilerek hak arama özgürlüğü çerçevesinde mümkün olduğunca en geniş şekilde korunmasının sağlanması gerekçesi ile ihdas edilmiş ve kanunlaşmıştır.

Bu Kanun hükmünün pratik sonucu özellikle tazminat davalarında görülecek; dava tarihinde (hesap güçlüğü ya da zarar verici durumun gelişmekte olması dolayısıyla) zararının miktarını tespit edemeyen davacı, davasını küçük bir tutarla açarak, daha sonra (zarar tutarını belirlemek mümkün hâle gelince), ıslah yoluna başvurmadan talebini artırabilecektir (Kuru B.,/Budak A.C., Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Getirdiği Başlıca Yenilikler, İstanbul Barosu Dergisi, Cilt 85, Sayı, 2011/5, s. 13).

Davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için, davanın açıldığı tarih itibariyle uyuşmazlığa konu alacağın miktar veya değerinin tam ve kesin olarak davacı tarafça belirlenememesi gereklidir. Miktar veya değeri belirleyememe hâlinin varlığı için davacının gerekli dikkat ve özeni göstermesine rağmen miktar veya değerin belirlenmesinin kendisinden beklenilmemesi durumuna ya da objektif olarak imkânsızlığa dayanması gerekmektedir.

Madde gerekçesinde; “bu davanın kabul edilmesinin artık salt hukuki korumanın ötesine geçilerek “etkin hukukî koruma”nın gündeme gelmiş olmasının da bunu gerektirdiği belirtildiği gibi, hak arama durumunda olan kişi, talepte bulunacağı hukukî ilişkiyi, muhatabını ve bu ilişkiden dolayı talep edeceği miktarı asgarî olarak bilmesine ve tespit edebilmesine rağmen, alacağının tamamını tam olarak tespit edemeyebilecektir. Belirsiz alacak ve tespit davalarına ilişkin hükümlerin mukayeseli hukukta da yer aldığı dikkate alınarak, davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklının, hukukî ilişki ile asgarî bir miktar ya da değer belirterek belirsiz alacak davası açabilmesi kabul edilmiştir. Alacaklının bu tür bir dava açması için, dava açacağı miktar ya da değeri tam ve kesin olarak gerçekten belirlemesi mümkün olmaması ya da bu objektif olarak imkânsız olmalıdır. Belirsiz alacak veya tespit davası açıldıktan sonra, yargılamanın ilerleyen aşamalarında, karşı tarafın verdiği bilgiler ve sunduğu delillerle ya da delillerin incelenmesi ve tahkikat işlemleri sonucu (örneğin, bilirkişi ya da keşif incelemesi sonrası), baştan belirsiz olan alacak belirli hâle gelmişse, davacının, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilmesi benimsenmiştir. Miktarı belirsiz alacaklarda zamanaşımının dolmasına çok kısa sürenin varolduğu hâllerde yalnızca tespit yahut kısmi eda ile birlikte tespit davasının açılabileceği genel olarak kabul edilmektedir. Alacaklı, yalnızca eda davası veya yalnızca tespit davası yahut kısmi eda ile birlikte külli tespit davası açabilme seçeneklerine sahip olduğu, hak-arama özgürlüğünün (Any.m.36, İHAS.m.6) özünde varolan bu seçenekler, yasa veya içtihat yoluyla yasaklanamayacağı, esasen tam veya kısmi olmasına bakılmaksızın her eda davasının temelinde bir külli tespit unsuru bulunduğu, başka deyimle eda hükmünde tertip olunan her durumun arkasında sorumluluk saptanmasını içeren bir zorunlu ön tespit kabulü mevcuttur.” şeklindeki açıklamayla, alacağın belirsiz olup olmadığı ile ilgili olarak bazı kriterler kabul edilmiştir.

Bu kriterler, davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin;

1-Davacının kendisinden beklenememesi,

2-Bunun olanaksız olması,

3-Açıkça karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı ve değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olması olarak belirtilmektedir.

Belirsiz alacak davasının getirdiği en önemli etkin koruma, usûl ekonomisi ve hak arama özgürlüğüne hizmet etmesi yanında, davacının yüksek yargılama giderlerine katlanma ve dava konusu hakkın zamanaşımına uğrama riskini azaltmasıdır.

Dava konusu edilen alacağın belirli olup olmadığı ile ilgili olarak davanın açıldığı tarihte alacağın miktarının yahut değerinin tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin davacıdan beklenememesi kriteri ile açıkça karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktar ve değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olması kriterini birlikte değerlendirip sonuca gidilmesi gerekir.

Sırf taraflar arasında alacak miktarı bakımından uyuşmazlık bulunması, talep sonucunun belirlenmesinin davacıdan beklenemeyecek olması anlamına gelmez. Önemli olan objektif olarak talep sonucunun belirlenmesinin davacıdan beklenemeyecek olmasıdır. Sadece alacak miktarında taraflar arasında uyuşmazlık bulunması ya da miktarın tartışmalı olmasının belirsiz alacak davası açılması için yeterli sayılması hâlinde, neredeyse tüm davaların belirsiz alacak davası olarak kabulü gerekir ki, bu da kanunun amacına aykırıdır.

Önemli olan davacının talebini belirli kılacak imkâna sahip olup olmadığıdır. Burada, alacağın belirlenebilir olması ile ispat edilebilirliğinin de ayrıca değerlendirilmesi gerektiği unutulmamalıdır. Davacının talep ettiği alacağı belirlemesi objektif olarak mümkün, ancak belirleyebildiği alacağını ispat etmesi, kanunun öngördüğü şekilde (elindeki delillerle) mümkün değilse, burada da belirsiz alacak davası açılacağından söz edilemez. Çünkü bir alacağın belirlenmesi ile onun ispatı ayrı şeylerdir. Davacı, talep konusu yaptığı alacağını çok net şekilde belirleyebilir, ancak her zaman onu ispat edecek durumda olmayabilir. Aksinin kabulü, her ispat güçlüğü olan alacağı belirsiz alacağa dönüştürmek gibi, hem kanunun amacına hem de genel ilkelere aykırı bir durumu ortaya çıkartabilir.

Alacağın miktarının belirlenebilmesinin, tahkikat aşamasında yapılacak delillerin incelenmesi, bilirkişi incelemesi veya keşif gibi sair işlemlerin yapılmasına bağlı olduğu durumlarda da belirsiz alacak davası açılabileceği kabul edilmelidir. Ne var ki, bir davada bilirkişi incelemesine gidilmesi belirsiz alacak davasının açılabilmesi için yeterli değildir. Bir davada bilirkişiye başvurulmasına rağmen davacı dava açarken alacak miktarını belirleyebiliyorsa, belirsiz alacak davası açılamaz.

Kategorik olarak, belirli bir tür davanın veya belirli kişilerin açtığı davaların baştan belirli veya belirsiz alacak davası olduğundan da söz edilemez. Alacağın hangi hâllerde belirsiz, hangi hâllerde belirli veya belirlenebilir olduğu hususunda kesin bir sınıflandırma yapılması mümkün olmayıp, her bir davaya konu alacak bakımından, belirsiz alacak davasına ilişkin ölçütlerin somut olaya uygulanarak, belirleme yapılması gereklidir.

Bu noktada, dava şartları ve dava şartlarından olan hukuki yarar kavramı üzerinde kısaca durulmasında yarar bulunmaktadır.

Dava şartları 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 114-115. maddelerinde düzenlenmiş olup, davanın esası hakkında yargılama yapılabilmesi için varlığı veya yokluğu gerekli olan hâllerdir.

Dava şartlarından biri olmadan açılan dava da, açılmış (var) sayılır, yani derdesttir. Ancak, mahkeme, dava şartlarından birinin bulunmadığını tespit edince, kural olarak davanın esası hakkında inceleme yapamaz; davayı (kural olarak) dava şartı yokluğundan (usulden) reddetmekle yükümlüdür (m. 115/2, c. 1; istisna m. 115/2, c. 1 ve c. 2) (Kuru, B: Medeni Usul Hukuku Ders Kitabı, Legal Yayınevi, 1. Baskı, İstanbul 2015, s.120).

6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 114/1-h bendine göre davacının, dava açmakta hukuki yararının bulunması bir dava şartıdır. Maddenin gerekçesinde; “Burada sözü edilen hukuki yarardan maksat, davacının subjektif hakkına hukuki korunma sağlanması hususunda mahkemeye başvurmasında hâlihazırda hukuken korunmaya değer bir yararın bulunmasıdır. Bir başka ifadeyle, davacı hakkına kavuşmak için, hâli hazırda mahkeme kararına muhtaç konumda değilse onun hukuki yararının bulunduğundan söz etmek mümkün değildir.” şeklinde açıklanmıştır.

Davacının dava açmaktaki yararının hukuki, korunmaya değer, güncel ve dava açıldığı anda var olması gerekmektedir.

Yukarıda açıklanan maddi ve hukuki olgular ışığında somut olay değerlendirildiğinde;

Davacı vekili dava dilekçesinde, trafik kazası nedeniyle aracında oluşan değer kaybının tahsilini talep etmiş, alacağının yargılama aşamasında alınacak bir bilirkişi raporu ile belirlenecek olması nedeniyle şimdilik davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığını belirtmiştir.

Dava dilekçesinde talep sonucu olarak, fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak üzere 1.000,00TL belirsiz tazminat alacağının olay tarihinden itibaren reeskont faizi ile birlikte davalılardan tahsili istenmiştir.

Somut olay bakımından davacının belirsiz tazminat alacağı davasına konu ettiği; aracında oluşan değer kaybının varlığının ve miktarının belirlenebilmesi, ancak yargılama sırasında delilerin toplanıp değerlendirilmesinden yani HMK 107/2 maddesinde belirtildiği gibi tahkikatten sonra mümkün olabilecektir. Bir başka anlatımla değer kaybının miktarının tespiti bilirkişi incelemesini gerektirmektedir. Bu nedenle davacının iddia ettiği zararın dava tarihi itibariyle miktar ve değerinin tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin davacıdan beklenemeyeceği kabul edilmelidir.

Belirtilen nedenlerle, davacının davaya konu taleplerinin belirsiz alacak davasına konu olabilecek nitelikte olduğu ve dava tarihi itibariyle zararın miktar ve değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin davacıdan beklenemeyeceği anlaşılmakla HMK’nın 107. maddesine uygun olarak, aradaki hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar veya değeri belirtmek suretiyle dava açabileceği sonucuna varılmıştır.

Bunun yanı sıra, somut olayda davacının iddia ettiği zararın varlığının ve miktarının tespiti açısından hukuki korunma sağlanması hususunda mahkemeye başvurmasında hâlihazırda korunmaya değer bir yararı bulunmaktadır. Bir başka ifadeyle, davacı hakkına kavuşmak için bir mahkeme kararına muhtaç konumda bulunduğundan, eldeki davayı açmasında hukuki yararı bulunmadığını kabul etmek mümkün değildir.

O hâlde mahkemece davacının aracında değer kaybı bulunup bulunmadığı belirlenmek suretiyle karar verilmesi gerekirken, davacının dava açmakta hukuki yararı olmadığından bahisle istemin reddine karar verilmesi doğru değildir.

Hâl böyle olunca direnme kararı yukarıda açıklanan bu değişik gerekçe ile bozulmalıdır.

SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda açıklanan değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek hâlinde peşin temyiz harcının yatırana iadesine, aynı Kanunun 440. maddesine göre kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 16.04.2019 tarihinde oy birliği ile karar verildi.

YARGITAY

17. HUKUK DAİRESİ

Esas Numarası: 2015/5109

Karar Numarası: 2015/13030

Karar Tarihi: 30.11.2015

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın husumet nedeniyle reddine dair verilen hükmün süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacı vekili, müvekkiline ait araca davalı belediyeye ait … plakalı halk otobüsünün çarpması sonucu aracında maddi hasar meydana geldiğini, kazada davalı belediyenin aracının tam kusurlu olduğunu, tespit raporuna göre aracın 15 günde tamir edilebileceğini, 500 TL değer kaybı, günlük 200 TL den 3000 TL işgücü kaybı meydana geldiğini, davacının aracında oluşan değer kaybı ve işgücü kaybının belirsiz alacak davası olarak kaza tarihi itibari ile işleyecek avans faizi ile birlikte davalıdan tahsilini talep etmiştir.

Davalı vekili, dava konusu aracın davalı idare tarafından … A.Ş.’ye 19/11/2013 tarihinde yapılan sözleşme ile işleten sıfatı ile devredildiğini, davayı kabul anlamına gelmemekle birlikte kaza tespit tutanağındaki kusura itiraz ettiklerini beyanla husumet nedeni ile davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, toplanan deliller ve tüm dosya kapsamına göre, davanın husumet nedeniyle reddine, karar verilmiş; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava, trafik kazasından kaynaklanan maddi tazminat istemine ilişkindir.

Davalı … ile dava dışı … … Belediyesi Tem. Ulaşım San. Tic. A.Ş. arasında davalıya ait belediye otobüsü güzergah hattının kullanım hakkının kiralanması hususunda kira sözleşmesi yapılmış ise de, sözleşmedeki hukuki sorumluluğa ilişkin özel şart iç ilişkide geçerli olup davalının 3. kişilere karşı sorumluluğu devam etmektedir. Davaya devam edilip sonucuna göre hüküm kurulması gerekirken, davanın husumet nedeniyle reddine karar verilmesi doğru olmayıp bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz isteminin kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacıya geri verilmesine 30/11/2015 gününde …’ın karşı oyu ve oyçokluğuyla karar verildi.

(Karşı oy)

Davacı vekili, müvekkiline ait araca davalı belediyeye ait halk otobüsünün çarpması sonucu hasarlandığını, belediyenin tam kusurlu olduğunu, tespit raporuna göre aracın 15 günde tamir edileceğini, 500,00 TL değer kaybı, günlük 250 TL’den 3.000,00 TL çalışamamaktan kaynaklanan iş gücü kaybının meydana geldiğini belirterek bu alacağın belirsiz alacak davası olarak kaza tarihinden itibaren avans faiziyle davalıdan tahsilini talep etmiştir.

Davalı vekili, işleten sıfatının bulunmadığını, kusura itiraz ettiklerini belirtip davanın reddini istemiştir.

Mahkemece husumet nedeniyle davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Yüksek Dairece yapılan incelemede davalıya ait belediye otobüsünün güzergahıhın kullanım hakkının dava dışı … AŞ’ye kiralanması konusunda sözleşme yapılmış ise de, sözleşmedeki hukuki sorumluluğa ilişkin özel şartın iç ilişkide geçerli olup, davalının üçüncü kişilere karşı sorumlu olacağından bahisle kararın bozulduğu görülmüştür.

Dava, trafik kazasından kaynaklanan değer kaybı ve aracın kullanılmamasından kaynaklanan gelire yönelik tazminat davasıdır.

Uyuşmazlık, yukarıda açıklanan değer kaybı ve araç kullanmamaktan kaynaklanan zararın belirsiz alacak davası açılıp açılmayacağı noktasında toplanmaktadır.

6100 Sayılı HMK 1.10.2011 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Medeni Usul Hukukuda talep sonucunun belirli olması ilke olarak benimsenmiştir. Bu benimsemeye göre, talep eden davacının mahkemeden neyi istediğini açıkça ortaya koyması gerekir. Çünkü, HMK gereğince birçok usul hükmünün uygulanması bu talep sonucuna göre belirlenecek, hatta karar bu talep nazara alınarak oluşturulacaktır.

Ancak, 6100 Sayılı HMK yenilik olarak alacağın tam olarak belirlenmesinin imkansız ya da alacaklıdan beklenmeyecek kadar zor olduğu durumlarda, birçok ülkeye ait hukuk sistemlerinde de benimsenen belirsiz alacak ve tesbit davalarını getirmiştir.

Davacının, davanın açıldığı tarihte talep sonucunu veya miktarını tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin imkansız veya kendisinden beklenemeyecek bir nitelik taşıması halinde, hukuki olayı açıklamak sureti ile açacağı davaya HMK 107/1 maddesi tanımındaki gibi belirsiz alacak davası denir.

Yasal düzenlemeye göre bu tür davalarda davacının dava konusu yaptığı miktarı, davayı açtığı tarihte tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin ya imkansız olması yada kendisinden beklenemeyecek nitelik taşıması gerekir.

Tabii bu belirlemedeki imkansız olma koşulunu HMK 27 ve TMK 2 maddeleri anlamında dürüstlük, doğruluk, makul ve orta zekalı bir insanın göstermesi gereken tüm dikkat ve özenin gösterilmesine rağmen, alacak tutarının tam ve kesin olarak tesbit edememe olarak anlamak gerekmektedir.

Yani davacı alacaklı objektif özen yükümlülüğü çerçevesinde uğradığı zararı bilememelidir.

Bu durumda davanın açıldığı tarihte davacının uğradığı zarar miktar itibarı ile tam ve kesin olarak biliniyor, ya da bilinebilmesi için varlığı gereken tüm unsurlar doğruluk ve güven kuralı gereğince gerekli özen gösterildiğinde tesbit edilebiliyorsa, alacağın belirsiz olduğundan söz etmek mümkün olmayacaktır.

Düzenlemenin yapıldığı HMK 107 maddesinde benimsenen belirsiz alacak davası bir eda davasıdır. Yine düzenlemeye göre yalnız belirsiz alacak davası, yalnız belirsiz tesbit davası ya da kısmi eda davası ile belirsiz tesbit davası açılabilir.

Belirsiz alacak davası ile kısmi dava birbirine benzerlik göstermektedir. Fakat ikisi arasındaki en önemli fark, kısmi davada alacağın bir kısmı dava edilmesi söz konusu iken, belirsiz alacak davasında alacağın tümü dava konusu yapılmaktadır. Ayrıca zamanaşımı def’ini ileri sürülmesi halinde kapsamı, mahkeme masrafları, ihtiyati tedbire ilişkin taleplerin içeriği ve uygulaması, bölünebilirlik durumu, faizin başlangıç tarihleri, fazlaya ilişkin saklı tutulan haklar konusunda farklı düşünceler ve uygulamalar ortaya çıkacaktır.

Belirsiz alacak davalarına konu olabilecek uyuşmazlıklar;

1-Hakimin takdirine göre belirlenebilecek haklar

2-Karşı tarafın sunacağı delillere göre belirlenecek haklar

3-Yargılama aşamasında taraflarca sunulan delillerin toplanmasından sonra belirlenebilecek haklar olarak sayılabilir.

Her üç halde de belirsiz alacak davası açılacağı konusunda bir tereddüt bulunmamaktadır.

Alacak miktarının hakimin takdirine bağlı olarak belirlenebildiği durumlarda, takdirin sonucunun belirlenmesinde çok etkili olması nedeniyle davacının zararı bilebilmesi mümkün olmadığından belirsiz alacak davası açılabilir. Ancak bu husus bile İsviçre Federal Mahkemesinde tartışılmış, İsviçre BK 42 mad/2.fıkrasındaki gibi talep sonucunun belirlenmesinin hakimin takdir yetkisine bırakıldığı durumlarda kanton hukuklarının belirsiz alacak davasını kabul etmeleri gerektiğine karar verilmiştir. Halen Almanya ve İsviçre’de bazı hukukçular farklı aksi görüşlerde ileri sürmektedirler.

İkinci bir belirsiz alacak davasının açılabileceği durum, talebin karşı tarafın 3.kişinin verdiği veya yargılama sırasında verebileceği belge ve bilgilerden sonra belirlenebileceği haldir. Bu durumda daha çok hastane belgeleri ve raporların, ameliyat belgelerinin, faturaların vs gibi belgelerin gerekli olduğu durumlarda söz konusu olabilir. Bu halde belirsiz alacak davası açılabilir.

Son olarak yargılama aşamasında delillerin toplanması sonucunda zararın ne miktar olacağı ve bunun bir bilirkişi incelemesi sonucu kesinleşeceği durumlardır. Bunlarda haksız fiiller ve sebepsiz zenginleşmelerden doğan anlaşmazlıklar olarak sayılabilir.

Ancak bir davada, bilirkişiye başvurulmuş olmasına rağmen dava açma aşamasında davacı, zararının ne kadar olduğunu tam ve kesin olarak belirleyebilecek ise belirsiz olarak davasını açamaz. Yani bir davada bilirkişi incelemesine gidilmesi, tek başına o davayı belirsiz alacak davası olarak açılmasını gerektirmez. Bir kısım basit hesaplar ve araştırma sonucunda alacağın miktarı belirleniyorsa bu davaları ayırmak gerekmektedir. Aksi halde basit bir hesap yapılmasını gerektiren konuda hakimin bilirkişiye başvurduğunu düşünmek o alacağı belirsiz alacak haline gelmesine neden olacaktır. (faiz olacağı hesabı gibi.)

Bu bakımdan belirsiz alacak davası 6100 Sayılı HMK’ya istisnai bir dava türü olarak girmiştir. Aksi düşünce belirsiz alacak davasını genel bir dava, kısmi davayı ise istisnai bir dava haline getirir.

Bu anlamda Dairemizin iş alanı içinde kalan cismani zararlar (yaralamaya dayalı daimi ve geçici işgöremezlik halleri) ile destek tazminatlarının belirsiz alacak davası olarak açılabileceği, bu uygulamanın da birçok hak kaybına engel olacağı ve daha adil ve hakkaniyete uygun kararlarının çıkması yönünden faydalıdır.

Ancak yine Dairemizin görevi içinde kalan araç hasarları, araç değer kayıplarıaraç kullanamamaktan kaynaklanan zararlar, kasko tazminatlar gibi dava türlerinde belirsiz alacak davasına konu olamayacağını düşünüyorum.

İsviçre ve Alman Hukukunda bile bir asırı aşkın uygulama yapılmasına rağmen bir çok kıymetli hukukçu tarafından hangi davalar belirsiz alacak davası olur veya olmaz diye tartışmalar yapılmakta olup bu tartışmalar hala devam etmektedir.

Tüm bu açıklamalardan sonra somut olaya gelince; araçda değer kaybına ve kullanmamaktan kaynaklanan zarara ilişkin davada, hasarlanan araç davacıdadır. Hasarlanan

parçalar bellidir, aracın modeli, yaşı, önceki kazaları, değişen parçaları belirli olup, gelişmiş teknoloji karşısında aracın plakasını yazmak suretiyle piyasadaki rayiç 2nci el fiyatı, her yaşa göre hasarlanmanın özelliği nazara alınarak değer kaybının ne kadar olduğunu, kaç günde onarılabileceğini veya aynı aracın kaç günde yeniden satın alınabileceğini, onarım süresinde ikame aracın kiralama miktarının ne kadar olabileceğini davacının bilmemesi mümkün değildir. Basit bir araştırma ile tüm bu bilgilere ulaşabilir. Üstelik sigorta davada taraf ise zaten temerrüt için önceden bir başvuru yapılması gerekip, sigortanın da orada olaya ilişkin bir eksper çalışması yaptıracağından, karşı taraftan alınması gerekli ilgi ve belgelerde davacı için söz konusu değildir. Tüm bilgi ve belgeler ve hasarlı araç davacı elinde olması karşısında davacı için alacağın miktar ve değerinin belirsiz olduğundan söz etmek mümkün olmayacaktır.

O nedenle davacının bu anlamda aracında değer kaybından ve 15 gün süre ile kullanamamasından dolayı kaynaklanan zararının belirsiz alacak davası olarak açması yargılamada, hukuk önünde karşılıklı taraf olarak bulunan ve mutlak surette eşit davranılması gereken davacı ve davalı taraf yönünden, usul hukukunun önemli ilkelerinden biri olan tarafların silahlarının eşitliği ilkesini zedeleyeceğinden mahkemece verilen kararın HMK 114 ve 115.maddeleri gereğince hukuki menfaat yokluğuna dayalı dava şartı yokluğu nedeniyle davanın reddine karar verilmesi gerektiği görüşünde olduğundan, sayın çoğunluğun gerekçe nedeniyle redde yönelik kararın bozulması görüşüne katılmıyorum.

TRAFİK KAZASI ARAÇ DEĞER KAYBI DAVASI – TRAFİK KAZASI DAVALARI TAZMİNAT AVUKATI – ARAÇ HASAR TAZMİNATI DAVALARI -ÖLÜMLÜ TRAFİK KAZALARI TAZMİNAT DAVALARI –

Avukat Ali SAYIM – Akhisar Avukat -Manisa Avukat – Soma Avukat -Kırkağaç Avukat -Gördes Avukat

1 2 3 4 5 6
Konuşmayı Başlat
Whatsapp
Merhaba
Size nasıl yardımcı olabiliriz?